“Perşembe ilk
yazı Yeniada için.” Aaa, geldi mi vakit? diyemeden bu hafta
yapılacaklar geçti aklımdan bir bir. Ata ara karne getirecek yarın,
bir hafta tatil... Arifiye’den bilet alınacak Başkent’e. Ankara’ya;
dedeye, anneanneye gidilecek. Treni internetten de rezerv ederiz ama
kapanmadan Uzunçarşı’ya yetişmeli. Dedeye Gülseven’den fıstıklı
helva, kabaklı lokum, fırından ekmek, Ata’ya ille de Mabel sakız.
Bavul hazırlanacak, sıcak olursa diye ince, soğuk olursa diye kalın
kıyafetler. Kitaplar, sınav kâğıtları, sağlık karneleri, hediyeler,
esnaftan, eş dosttan sıcak selamlar bavula özenle yerleşecekler.
Trenin kalkışına beş dakika kala istasyona yetişmeler... İşte yine
soluk soluğa Arifiye... Beyaz, pembe çiçekli istasyonum benim.
Bugünlerde Türkiye Arifiye’yi, Hatırla Sevgili’yle tanıdı veya
hatırladı yeniden. Ahmet’le Yasemin’in o romantik karşılaşmalarına
ev sahipliği yapan istasyon olarak. En yakın dostunuz meşhur olursa
sevinirsiniz değil mi? İşte ben de o dizide Arifiye’min adı her
geçtiğinde öyle seviniyorum.
O, sadece bir istasyon değildi. Arifiye; bayram arifelerinde dört
küçük çocuğun Ankara heyecanını seyreden bir arkadaştı. Dönüşlerde
de Ankara’daki akrabalardan ayrılmış olmanın küskünlüğünü
gözlerimizde gören bir komşu. “Neden Arifiye demişler babaaa?” diye
sorarken, az sonraki hikâyeyi ilk kez duyuyormuş gibi gözlerimizi
kocaman açarak dinlerdik. Kahkahalarımız trenin raylardaki sesine
karışırdı. Dört küçük çocuk, genç anne baba. Bizi izleyen bir
istasyon, Arifiye.
Yıllar önce babamın elinden tutup Ankara’ya gitmek üzere Boğaziçi
Ekspresi’ni, Mavi Tren’i beklediğim bu istasyonda şimdi oğlum
tutuyor elimden. Bebekliğim, çocukluğum, öğrenciliğim, şimdi de
anneliğim. Arifiye, benim değişimimin sessiz tanığı. Yıkılan tarihî
istasyonu, sabah alacakaranlıkta bekleme salonundaki o kocaman
sobayı hatırlıyorum. İçim sızlıyor. Yine o küçük, kıvırcık kız olsam
diye düşünürken “Anne tren geldi” diyor Ata. Anne oluyorum yeniden.
Şimdi oğlumla son vagonda, son istasyona giden iki yolcuyuz. Yol
uzun, okunacak olanları okur, yazıları da hazırlarız. Önce
yolculuğun keyfine varmalı. Pencereden bakıyoruz. Arifiye bir kez
daha uğurluyor bizi, sevdiğinin geri gelmeyeceğinden korkan bir
sevdalının ürkek bakışlarıyla.
Gelinliğini giymiş erik , kiraz ağaçları, şeftali bahçelerinin
kenarından kayıp gidiyor tren. Bir çocuk ne zaman artık çocuk
olmadığını anlar? Bir yetişkin kaç yaşında çocukluğunu hatırlayıp
ağlar? Ata her tünelde elimi tutuyor, ben üzüm bağlarına bakıp
ağlıyorum. İnce bir yol, yemyeşil tarlalar... Arifiye ’de,
Enstitü’de saz hocalığı yapmış Âşık Veysel geliyor aklıma: “İki
kapılı bir handa / gidiyorum gündüz gece”. Sonra “Yol Türküleri”yle
Orhan Veli, “Arifiye! / Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi. /
Süleyman Edip Bey müdürün adı. / Bir yol da burada duralım; /
Ellerinde nasır, yüzlerinde nur, / Yarına ümitle yürüyenlere / Bir
selam uçuralım.”
Yol uzun, hayat hep kısa. Unutmamak, hatırlamak, hatırlatmak lazım.
Kentimizin bu yeni gazetesinde, bu köşede, her hafta hayatı
kelimelerle yaşamak, paylaşmak ve hatırlamak dileğiyle
|